BEING FAUST - ENTER MEPHISTO GOETHE INSTITUT & NOLGONG
- Erman Bostan
- 21 Ağu 2020
- 3 dakikada okunur
Being Faust, Enter Mephisto bir tiyatro oyunundan daha çok katılımcı etkileşimine dayanan bir oyun (game); Goethe’nin klasik metnini merkezine alan bu etkinlikte katılımcılar bir android ya da IOS tabanlı telefona indirilen Enter Mephisto uygulaması ile önce on iki arzu kartından altısını seçiyor ve bu arzularını önem sırasına göre düzenliyor.

Daha sonra sevdiklerinin, dostlarının, değer verdiği insanların ruhlarını Mephisto Bank’a satarak nakde çeviriyor. Oyun da burada başlıyor: Başkalarının ruhlarını satarak kazandığımız parayla salona yayılmış 12 kutu etrafına, belirli kodlar eşliğinde yazılmış yüzlerce Faust alıntısının hangi arzuya karşılık geldiğini bulmaya çalışıyor, her doğru tahminimizde bir tatmin puanı kazanıyoruz. Yaklaşık bir saat süre boyunca arzu borsasının oyuncuları olarak bir Faust imitasyonu olacağımız var sayılıyor (Faust arkadaşlarından çok kendi ruhunu satmıyor muydu?). Nihayetinde iki kişi kazanıyor: en çok arkadaşını satan ve en çok tatmin puanı kazanan. Bu oyun beni arzu ve katılımcı kültür üzerine bir kez daha düşündürdü. Oyun bizi sürekli alıp satmaya yönlendirerek bir anlamda manipüle ediyor -eğer oyuna girerseniz otomatik olarak kuralları kabul etmek durumundasınız. Eğer yüksek puan almaya çalışmayacaksak neden oynuyoruz? Eğer oyun bizi oynamaya teşvik ediyorsa, sonundaki bu erdemlilik rüzgarı neden? Burada katılımcı kültürün en büyük tuzaklarından biriyle karşı karşıyayız: bizlere seyirci değil oyuncu, tüketici değil üretici olduğumuzu fısıldayan bu tekno-kültürde arzunun gerçekleştirimi bir kurgudan ibaret. Seyirci katılımına dönük etkinliklerin tasarlanması için yazılmış bir rehber kitapta şöyle diyor yazar: ‘’Çoğu durumda, izleyicinizin hikayenin gidişatını gerçekte dikte etmesine izin vermek bir hatadır. Deyim yerindeyse, izleyicilerin sonunda oy kullanmasına izin verirseniz, Hamlet daha iyi bir oyun olmaz. Amaç genellikle bunun yerine bir etkileşim illüzyonunu oluşturmaktır.’’ Mephisto da bize bunu yapıyor.

Aslında seyircilerin kendilerini Faust’la özdeşleştirdiği, arkadaşlarını satarken ellerinin titrediği de söylenemez: yarışma duygusu içerisinde herkes oyunun kurallarına uyarak (tıpkı hayatta olduğu gibi) en yüksek puanı almaya çalıştı. Gün be gün oynadığımız ve bunun için asla suçlanmadığımız bir dünyada neden bu yarışma içinde olduğumuz için kendimizi kötü hissedelim ki? Sonuçta ailemizde, iş yerimizde, okulda ve sokaklarda, kan, ter ve göz yaşıyla verdiğimiz mücadeleyi eğlenceli bir aktivitede prova etmekten başka ne yapmış olabiliriz?
Arzu meselesine gelince… Faust’u trajik bir figür yapan onun başlangıçtaki hakikat arayışında düştüğü çaresiz durumdu; bizse etkinlik boyunca -daha katılımcı olarak oyuna başladığımız anda- yargılanmış ve sonuçları belli tuzaklara doğru yönlendirilmiş olduk, eğer ortada bir hakikat arayışı olacaksa, belki de oyundan çıkmamız, offline olmamız gerekirdi. İkinci ve daha önemlisi Faust’un trajik çabası hem Freudçu bilinçaltı ve dürtü kuramı açısından hem de Lacancı arzunun inşası ve imkansız tatmini açısından anlamlıydı, metni bir klasik, anlatının kendisini de evrensel yapan buydu. İnsan aklının kör arzularla çelinmesi fikri yaradılış mitosları kadar eski. Oyun da bizi bu teolojik ve ilkel yoruma götürüp bırakıyor: Arzu ağacının yasak meyvesini yemek günah. Ancak Faust çok daha fazlasıdır. Goethe’nin Faust’u başta her şeyi bilmekte fakat yine de tatmin olamamaktadır. Mefistopheles’in kurgusundaki arzu da hakikatin ele geçirilemezliğinin bir versiyonudur: Faust hakikat arayışında bulamadığı tatmini arzularının peşinde koşarak arayacak fakat ancak gerçekten tatmin olup da ‘’dur ey zaman, ne güzelsin’’ dediğinde de ölecektir. Arzunun doyumu daha oyunun başında yasaklanmıştır, belirli bir imkansızlığa işaret eder.
Psikanalitik teori size Mephistoteles’in kendinizden, bastırılmış arzularınızın bir projeksiyonu, saplantılı bir biçimde benliğinizin dışında bir yere yansıttığınız arzularınızdan başka bir şey olmadığını söyleyecektir, şeytan kendi kendinize kurduğunuz içsel tezgahlardan başka bir şey değildir. Freud şöyle der: ‘’Nerede bir yasak varsa, orada buna neden olan bir arzu, itiraf edilmeyen ve bilinçdışında kalan bir tamah vardır.’’
Zizek’in belirttiği gibi artık yasakçı babayla değil teşvikçi babayla mücadele ediyoruz. Tüm sistem öyle arzu çerçevesinde şekillenmiş ki bizler arzuyu bastırılması gereken değil sonuna kadar yaşanması gereken bir dürtü olarak yorumluyoruz; dolayısıyla arzularımızın peşinde koşmaya teşneyiz, sistem de bunu teşvik ediyor. Bu aslında tekniğin bir fantezisi değil midir? Doğayla kurduğu ilişkide teknik düşünmez, erdemleri yoktur, potansiyelini radikal biçimde en uç sınırlarına götürür. Heidegger ‘’bilim düşünmez’’ derken bunu kastetmiş olsa gerek. Oyun da tekniğin olanaklarıyla bu hakikat parçasının bir yanını deneyimlememizi sağlar. Ancak bu dürtü bilgisi, arzunun son büyük atılışı olan fanteziye özgü en radikal biçimlerden biridir. Faust’u Marguarite’den Helena’ya sürükleyen de arzuda gizli bu bir parça zevk kırıntısıdır. Topluca peşinden koştuğumuz da bu kırıntı işte.
Comments